GÖNÜL SOFRASI Bir gün gelir buralara, yolunuz düşerse: Gönül kaşığınızı da yanınızda bulunsun. Çünkü burada “SEVDA SOFRASI” vardır! Conkbayırı'na çıktığınızda, buradaki şehitlerle halvet olma imkânınız yoktur. Ama olsun, kalbinizde yanan kandillerin ışığında, yaşanan hatıraların sohbetinde demlenebilirsiniz. Öyle bir yer ki, insanın bu tepelerde kanatlanıp ucası gelir, İngiliz Başkomutanı Hamilton'un söylediği gibi: "Türkler Conkbayırı'nda bizimkilerin üzerlerine uçarak geliyorlardı." Burada bulunan maşatlığın ferah, çiçekli ve hoş kokulu yeşilliği, güneşin aydınlattığı, kuş seslerinin şenlendirdiği bu rüzgârlı tepede yatan ölü ve şehitlerimizin herhalde canları sıkılmaz. Burası Müslüman Türk insanının kutsal bir mekânı gibidir; ne diyor büyük şairimiz Mehmet Akif: "Bu taşındır diyerek KÂBE’Yİ diksem başına. Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana." MAYIS 1915 Bir gazete satıcısı çocuk var gücüyle bağırıp koşturuyordu: "Haydi yazıyor, gönüllüleri yazıyor! Hükümetin çağırdığı gönüllüleri yazıyor. Marmara denizindeki İngiliz denizaltısını da yazıyoooooor!" Yer İstanbul... Profesör Emin Efendi, gazete satan çocuktan bir gazete aldı. Hükümet bildirisine bir göz attı: Çanakkale'ye; at, eşek, katır, nal, mıh, kağnı, araba... Para, yiyecek, giyecek. Her kim ne verirse kabulümüzdür, deniliyordu. Profesör Emin Efendi gazetesini katlayarak aceleyle cebine sıkıştırıp, fakülteden içeri girdi. Vakit mi ters idi acaba? Sanmıyordu ama bu ölü sessizliği insana, olabilir dedirtiyordu. Kapıya baktı; yedi rakamını uzunca bir bakışta süzdü, o da doğruydu. Fakat neden sessizdi bu kadar böyle Yarabbi Ölü evlerinin ölü akşamlarında, ölü ışıkların gölgelenmesinde bir gıcırtıyı hatırlatırcasına gıcırdadı kapı, açıldı. Korku değildi Emin Efendi'nin hissettiği fakat ondan beter bir çekinişti; öylece baktı Dershane bomboştu. O bomboşluk, alnına bir taş gibi gelip vurdu. Profesör Emin Efendi'nin yüzü paramparça düştü. Boş sıralara öylece bakakaldı; neden sonra tahtadaki yazı gözüne çarptı. Arap harflerinin bir güzel karınca dizisi hâlinde sırt sırta uzayıp sıralandığı kara tahta gülümsüyor-du. Gözlüğünü burnuna yerleştirdi. Sırtı, sınıfa dönüktü, sıralara. İlk iki sözcüğü okuyunca, omuzları dikleşiverdi. Artık arkasındaki boş sıraların dolduğunu sezinliyordu; bütün talebe gelmiş, yerlerine yerleşmiş, bir ağızdan çıkan sesi duyuyor gibiydi. Profesör Emin Efendi; kendisi de içten içe, tahtada yazıları: sindire sindire okudu: "Muhterem Hocam! Ayasofya Camiindeki hutbeleriniz ve dershanedeki derslerinizden, Çanakkale'de, milletimizin namusunun direnmesi gerektiğine inandığımız için, gidiyoruz. Yüreğiniz rahat olsun. Orada, milletimizin namusu olan Çanakkale'de, senin talebelerin bir gönüllü birliği oluşturarak ve tek bir kişi gibi hareket ederek sömürgecilerin karşısına çıkacak. Duaların üstümüzden eksik olmasın. Hakkını ve emeklerini helâl et... Lütfen!" Bitirince sustu bütün sınıf da; o bir ağız olmuş onca çocuk susunca, tek bir ses, "yazıların altındaki imzayı okudu: "Bütün çocukların adına; 403 Nizamî." O tek ses 403 Nizâmî'nin sesi idi; bütün girdisiyle çıktısıyla, şimdi, yine yanımdaymışçasına duydu o sesi. Yavaş yavaş döndürdü başını. Dolduğunu zannettiği bütün boş sıralarda yerlerine sessizce oturan, oturmakta olan talebelerin izlerini seçmeye çalışıyordu. Gözleri mi yaş içindeydi Emin Efendi'nin yoksa dershane mi sislenmişti durup dururken? Çocukları, sisler arasında belirdikçe hocanın bakışlarına yeni doğmuşların hevesindebir canlanış geliyordu. Üzerlerine kutsal ışıkların düştüğü evliyalar gibi bir ışık zenginliği içinde görmeye başladığı öğrencilerini, sesi de ağlamak titreyişinde duygulanmış; "Teşekkür ederim, oğullarım benim, has çocuklarım, "diye seslendi usulca; "Teşekkür ederim, hepinize. Şimdi, asıl siz helâl edin haklarınızı bana; çünkü benden büyüksünüz artık, çok çok büyüksünüz." Profesör Emin Efendi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bitkin ve halsiz bir şekilde ilk sıraya yaslandı ve öylece kaldı... "403'üncü Gönüllü Bölüğü dikkat! Hazıııır ol!. Selaaaam dur!" 403 Nizâmî'nin tekmil veren sesini öylesine yakından duydu ki Profesör Emin Efendi, zamanı da mekânı da yok bildi. Yerin göğün iç içe girdiği bir alışılmamış dünyanın boyutlarında geziniyordu artık. Nizâmî'nin sesiyle birlikte teftişe hazırlanmış Gönüllü Bölüğünü ayrıntısız görebiliyordu. Bütün öğrencileri o bölükteydi şimdi; 403 Nizamî, çavuşlarıydı. Kendileri gibi genç pırıl pırıl bir mülâzıma tekmil veriyordu. Mülâzım, 403'üncü Gönüllü bölüğünün başlarının üstünde vadinin karşı yamacını, oralara düşüp hallaç pamuğuna çeviren İngiliz güllelerinin patlayışını görebiliyor, dumanlarını seyredebiliyordu. Bölüktekiler, Mülâzımın hemen arkasından aşağıları doğru höykürüp inen yamacı, çamları; çamların arasından denizi seçmekte zorluk çekmiyordu. Denizde amansız düşman zırhlıları toplarıyla durmadan döv ü-yordu yan sırtları; orası, ileri hatlar idi. Mülâzımın, "Merhaba Gönüllüler Nasılsınız?" diyen sesi, sevecen bakışlarıyla bütünleşmişti 403'üncü Gönüllü Bölüğü tek ağızdan: "Sağ ol!" dedi. "Gönüllüler! Çanakkale'ye isteyerek geldiniz!" dedi, Mülâzım. Nutuktan çok ağabey kardeş, ağabey kardeşten çok bir yakın arkadaş idi seslenişi, fakat zabit idi: "Çanakkale'nin anlamını bilerek geldiniz. Doğan hercanlının muhakkak öleceğini de biliyordunuz. Şimdi, Çanakkale'de ölmenin kutsallığını öğreneceksiniz ve yaşayacaksınız! Size başka umutlar vermediğim için üzgün değilim. Şu bir milleti yurdunda esir olarak yaşamaktansa şehit oluruz ancak yaşatmak için gelenler gibi yaşayarak aşağılanmaktan ise Çanakkale'yi geçilmez yapıp ölmek bin kerre şereflidir. Yine de yaşarsanız Çanakkale'de artık yenilmezliğin ve hürriyetin başladığını ispat edenlerin yüceliğine ereceksiniz... Sonra... Ne olacak bilemem; fakat siz, şerefle yaşayacaksınız vicdanınızda. Yarın, ileri hatların yedekleri olarak cepheye gideceğiz. Şimdi dinlenin. Teşekkür ederim. Çavuş! Bölük senin!" 403 Nizamî: "Gönüllü Bölüğü... Rahat!" çekti nice yılların çavuş ağzıyla: "Dağıl!" buyurdu... Profesör Emin Efendi, yedi numaralı dershanede o gün o saat hissettiklerini de, gördüklerini de, yaşadıklarını da günlerce unutamadı. Son nefesine kadar bile soran olsa o gün orada dershanedeyken Çanakkale'ye gidip geldiğini, savaşı yaşadığını, çocuklarını seyrettiğini içi rahat söyleyebilirdi; yemin et, deseler, ederdi de. Fakat ne bir kimseye söylemiş idi o anı, ne de söylemeyi aklından geçiriyordu. Öyle bir vaktin bazı anları olacaktı tabii... o anı yaşayabildi isen işte o, senin sırrın olurdu, ömür dediğin nesneye de o sır yahut sırlar belli bir anlam katarlardı zaten. Profesör Emin Efendi, yedi numaralı sınıftan çıktı. Ağır adımlarla sokakta yürüyordu: "Öldün sen be! Ta-ta-ta diyemezsin; ölüler ateş edemez ki!" Emin Efendi öyle acımasız ve kesindi ki o çocuk sesine dönüp bakmazlık edemedi. Az önce, şuracıklarda, ellerindeki uzunca sopalarını tüfek yapmış üç beş çocuk savaş oyunu oynuyorlardı. Şimdi üçü şu yanda ikisi o yanda cephe kurmuşlardı, görünüşe göre bağıran çocuk savaşı yöneten zabit olmuş idi. Bağırdığı çocuk kabul etmedi onun söylediklerini: "Vay vay vaaaay!" dedi dikleşti. "Ağzını toplasana sen! Bir kere ben; ölmem, şehit olurum" deyince ilgisini çekti Profesörün bu çocuk; oyunun içine girme hevesine düştü... Burnuna yine, Bir Çanakkale havası esivermişti... Birinci çocuk: "Olmaz!" dedi itti ötekinin diklenişini: "İngilizler şehit olmaz oğlum ölürler, bal gibi ölürler hem de. Biz şehit oluruz ancak." "Öyleyse biz Türk'üz siz İngiliz'siniz! Ta ta ta taaaa... Yat be, geberdin sen!" Birinci çocuk ikincinin bu saldırısına değneğini kaldırdı, öfkelenmişti; çocuğun üstüne yürüdü. Şimdi gösteririm ben sana gebermeyi, dedi. Vurmaya kalkıştı. Oyun, oyunluğunu yitirmişti, kavgaya dönüyordu. Çocukların yandaşları da bir birlerine girecekleri sıra da; Profesör Emin Efendi yanlarına yanaştı: "Oğlum, oğlum evlâdım.." uyarmasında. Birinci çocuk uyarma söyleyişinden alındı. "Ama efendi amca baksana şuna ne söylüyor? Profesör Emin Efendi, çocuklara az ötede dolaşıp hırlaşan başıboş sokak köpeklerini gösterdi. "Tamam, tamam bırakın, ' dedi. "Şimdi hepiniz birden Türk tarafı olun yürüyün şu köpeklerin üstüne... Ne dersiniz? Daha iyi olmaz mı?" Elebaşılık sevdasında çekişen iki çocuğu gözleyen ufak tefek, kara saç kara gözde resim gibi çizilmiş üçüncü bir çocuk bütün iyi niyetiyle atıldı: "Niye olmasın a m uca!" dedi topladı herkesi: "Haydaaaaaa! Hücum! Köpeklere!" |
704 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |